Page 18 - Tarih Çevresi Dergisi
P. 18

tarih çevresi

	 Şimdi gene kendinden olmayanları insan gibi görmüyor ve aşağılıyordu; ancak bu kez kendis-
inin dünyanın en mükemmel ırkı olduğunu savunacak kadar isterik ve şizofren bir ruh haline bürün-
müştü. Irkçılık duygularıyla yöneldiği pek çok coğrafyada ırkları yok edip soyunu kurutuyor, kendi
yaptığının üzerine akıl almaz bir pişkinlikle oturuyor; buna karşın hedef bölgelerde kışkırttığı gru-
pların birbirini kırması üzerine, işine gelmeyen grubu, akıl almaz ölçülerde suçlayabiliyordu.

	 Kıran yine o, kırılan başkasıydı; ama pişkin bir eda ile kışkırtıp kırdırdıklarını insanlık suçu
yaptılar diye suçlayabiliyordu.
Deccartes’i, Spinoza’yı, John Locke’yi, Thomas’ı, Newton’u, Galile’yi, Harwey’i, Einstein’i;
demokrasiyi, hümanizmi, aydınlanmayı ve daha nice şeyleri de yaratan batıydı. Batı kendi içinde iyiyi
de kötüyü de barındırıyordu. Kuşkusuz alınacak şey, iyi olanlardı; kötü olanlarsa, onlar zaten insan-
lığın düşmanıydı…

	 Batı uygarlığı, onca aydınlanma çabalarına karşın, böylesine bir iki yüzlülük kültürünü de
bağrında taşıyordu. Batının bu özelliği yanında, daha nice sakatlıkları vardı.
Dolayısıyla batı, tek düze bir batı değildi.

	 Atatürkçülüğün de doğrudan kendisi bu sömürüye karşı verilen bir savaşım sonrasında ortaya
çıkmıştı. Dolayısıyla, batılılaşmaktan anlaşılan, asla onun bu hoyrat yönü değildi; batı, kendi içinde
çeşitli ve parçalıydı. Bir de şu gerçek vardı: Batıdaki Aydınlanma, insana demokratik sistemleri sun-
muş, ulus gerçeğini yaratmış, bireye kişilik vermişti. Gerçek bilimsel yaşam, aydınlanmanın eseriydi.
Akıl ve bilim öğretilerine göre hareket eden batılı toplumlar, büyük bir güce ulaşmış, bir gönenç
ortamı yaratılmıştı. Bu, bireye çağdaş yaşama olanakları sunuyordu. Bu yönleri alınmadığı sürece,
onun sömürgeciliğine karşı koyacak onurlu bir kimlik ve kişiliği beslemek de olanaksızdı. Bütün
gelişmelerin temeli düşünceydi. Düşünce, bir dizgeye dayandığında gelişmeye dönüşebilirdi. Sistemli
düşünceyi de aydınlanma yaratmıştı. O halde, eğer yazgısını değiştirecekse, bu tarihsel çizgiyi Türkiye
gecikmeli olarak da olsa yaşamalıydı. Batılılaşmak, bu anlamda, salt taklitçilik de olamazdı; ancak
batının değerleri yaratılmaya başlandığında çağdaşlaşma gerçekleştirilebilirdi. Böylelikle de demokra-
tik, laik, cumhuriyetçi, halkçı, akılcı, bilimsel, faydacı (pragmatik), deneye dayalı (ampirik) ve giderek
olgucu (pozitif) ve geçekçi (rasyonalist) bir yaşam biçimi sağlanabilirdi. Katı duruşları, değiştirilemez
dogmaları kendi özünde barındırmıyor; onları kamusal yaşamın dışına iterek, devre dışı bırakıyordu.
Çağdaşlaşmadan yanaydı. Çağdaşlıktan anladığı da, her anlamda çağın en ileri düzeyinde olan şeyleri
ülkeye ve insana taşımak; yeni bir ruh ve kimlikle bu değerleri geliştirmekti.

	 Ulusal Savaş, batının içindeki bu canavarca duyguya ve onun hoyrat işgaline karşı
verilmişti; bu ise Türk Devrimi’nin yalnızca bir yönüydü. Bir nokta gelmiş, bu süreç tama-
mlanmış; Lozan’la birlikte yeni bir ulus devlet kurulmuştu. Bu devletin türlü sorunları vardı.
Savaşın getirdiği yıkıntılar, sakat, evsiz-ocaksız kalmış insanlar, yaygın yoksulluk, salgın
hastalıklar ve daha nice sorunlar… Yine de bir yerden başlamak gerekiyordu. Olanaklar belki
sınırlıydı ama heyecanlar ve umutlar vardı. Umut, yıkılışlardan sonra en değerli hazinedir.
Umut, heyecanla birleştiğinde ortaya çıkan güçse, çok şeydir. Kurtuluş Savaşı sonrasında
Türk Ulusu, bu gücü ele geçirmişti. Önderin pek çok şeyi başaracağına inanıyordu. Sağduyu-
su onun doğruyu yaptığını, doğruyu söylediğini kulaklara fısıldıyordu.

                                              17
   13   14   15   16   17   18   19   20   21   22   23