Page 61 - Tarih Çevresi Dergisi
P. 61

tarih çevresi

         Tanrının varlığının bolluğundan belli bir silsile-i meratip içerisinde ve tabii olarak yayılan varlık,
eksiksiz işleyen bir adalet çizgisinde, ennihayet tabiatta akıl varlığı olarak insanın belirmesine kadar devam
eder. Bu tabii düzen, belirtildiği üzere, her bir mevcudun varlık bakımından hak ettiği her şeyin kendisine tam
olarak verildiği bir adalet üzerinde kurulur. Bu, Fârâbî’nin Kitâbu’l-Mille isimli eserinde kullandığı terminoloji
çerçevesinde, bir bakıma müdebbir olarak Tanrının evrendeki adil tedbirini gösterir. Buna göre, “alemin
müdebbiri”, (yani Tanrı), alemin parçalarında birtakım tabii yatkınlıklar var etmiştir ki, alem onlarla bir uyum,
bağlılık ve düzen kazanmıştır15. İşte bu tabii düzen akıl varlığı olarak insanın ortaya çıkışıyla bir bakıma sona
ermektedir. Fârâbî beşeri varlık sahasını iradenin etkinliği içerisinde değerlendirir ve tabiattaki zorunluluğun
orada nihayete ererek yerini seçme hürriyetine bıraktığını söyler. Tabiatta bulunmayan bu özellik ahlaki ve
siyasi etkinliğin dinamiğini teşkil etmektedir.

         Bütün olarak evrende ve özel olarak insan bedeninde varolan mertebeli yapı, insan nefsinde de
bulunmaktadır. Şöyle ki, insan nefsinde doğal olarak önce duyum, sonra arzu gücü, sonra tahayyül ve en
sonunda da düşünme yetisi oluşur. Dolayısıyla akıl, hiyererşinin tepesinde yer alan amir güç, diğerleri ise
kendi mertebelerinin işlevleri doğrultusunda doğrudan veya dolaylı olarak akla hizmet eden yardımcı güçlerdir.
Bu çerçevede, irade, duyuma bağlı olarak ortaya çıkan isteği ifade eder ve diğer hayvanlarda da bulunur. Akla
dayalı olarak gerçekleşen ve doğal olarak insana has olan istek, ihtiyar, yani seçme hürriyeti olarak isimlendirilir.
Seçme hürriyeti, insana övgüye layık olan iyi şeyleri yapma imkanını verdiği gibi, yergiyi hak eden kötü şeyleri
yapma imkanını da verir16. İradenin dünyasında iyi ile kötü yan yanadır ve bu nedenle insan her ikisine de,
kendince ideal anlamlar yükleyebilmektedir. Ruhları hasta olan kötü insanlar, diyor Fârâbî, tıpkı hastalıklı bir
bedenin tatlıyı acı, acıyı tatlı hissetmesi gibi, kötülükleri iyilikler, iyilikleri de kötülükler olarak hayal eder ve
onlara yönelirler17. Erdemli insanlar ise, her daim gerçek iyilikleri elde etmeye çalışırlar.

         Şu halde, insanın dünyası, tabii/ilahi zorunlulukla sınırlandırılmayan, iki alternatife de, iyiye de kötüye
de açık olan bir dünyadır. Ama her halükarda, insanın dünyasında insani olarak nitelendirilen her şey bir şekilde
akıl ile irtibatlı olarak gerçekleşir. İnsan ruhunda uyum, bağlılık ve düzeni sağlayan ilke, akıldır ve insan
ruhunun böyle bir ideal düzen içerisinde bulunması, yani her bir ruhi birimin kendi üzerine düşeni yaptığı,
üstündekine tabi olup altındakini yönettiği ve bütün yetilerin bir yardımlaşma, dayanışma ve işbirliği içerisinde
aklın gayesine katılmış olduğu bir mükemmellik düzeyinde var olması, onun adaletini ifade eder. Farklı meleke
ve yatkınlıklarda yaratılmış olan insan nefsi, bu şekilde, evrenin bütününde olduğu üzere, aynı amaç etrafında,
her bir parçanın birbiriyle irtibatlı olduğu, insicamlı, uyumlu tek bir bütün gibi olur. Fakat bu, evrende ve insan
bedeninde görülenden farklı olarak, tamamen insan iradesiyle gerçekleşir.

         Fârâbî, evrende var olduğunu söylediği doğal teleolojiyi, insanın dünyasına da yansıtır ve her bir insani
eylemin bir iyiyi elde etmeye yönelik olduğunu söyler. Var olan her bir şeyin bir hikmet ve inayete dayalı
olarak yaratılmış olması, evrende tabii bir iyiliğin bulunduğunu gösterir ki, bunun kaynağı, mutlak anlamda
iyi olan Tanrıdır. Fârâbî’ye göre kainatta İlk Sebepten başlayarak belli bir tertip içerisinde var olan her şey,
15 Fârâbî, Kitabu’l-Mille, s. 65
16 Fârâbî, Ârâu Ehli’l-Medîneti’l-Fâdıla, s. 92 vd.
17 Fârâbî, Fusulu’l-Medeni, s. 129

                                                               60
   56   57   58   59   60   61   62   63   64   65   66