Page 22 - Tarih Çevresi Dergisi
P. 22
tarih çevresi
Tanrı ve evreni ayrı ayrı, birbirlerinden ilişkilerini koparacak şekilde ele almak İkbal’in düşüncesinde
mümkün görünmemektedir. Tanrı ve evren, sonsuz bir mekanın boş kabı içerisinde karşı karşıya duran iki
varlık değildir24. Salt Tanrı üzerinde bir teemmülden hareketle oluşturulacak her türlü anlama çabası sonuçsuz
kalacaktır. Çünkü ona göre evren, Mutlak Gerçek’in müşahede edilen tarafı ve simgesidir. İnsanın Tanrı’yı
arayışı, bu müşahede edileni idrak etmekle gerçekleşecektir25. İkbal’e göre Kur’an’daki bütün kevni (oluş ile
ilgili) ya da tabiatın incelenmesini emreden ayetler, öncelikli olarak az önce belirtilen tavrın ve bakışın
kazanılmasına yöneliktir. İnsanın, tabiatı kontrolünün amacı da, müşahede edilen Hakikat’ten, müşahede
edilmeyen Hakikat’e ulaşmaktır26 ya da tabiatı bilmek Allah’ın davranışını bilmektir27. O, bu bağlamda pek
çok ayeti zikreder ki, onlardan bir kaçı şöyledir: “(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl
yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı? (Gaşiye, 17-20)”,
“O’nun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz
burada bilenler için dersler vardır (Rum, 22)”. Kadim zamanlardaki pek çok kültürün bu noktada başarısız
olmalarının nedeni Mutlak Hakikat’i içten ele almaları, dinamik bir yapı arzeden dış görünüşü değersiz görüp
ihmal etmeleri ve içten dışa yönelmeleridir28. Esasen bu tür yaklaşımlar günümüze kadar hep olagelmiştir.
İkbal, Doğunun, Tanrı adına evreni, Batının ise evren adına Tanrı’yı ihmal ettiğini sık sık dile getirmektedir.
“Şark, Hakkı görüp dünyayı görmemiştir,
Garp, dünyada kalıp Haktan kaçmıştır”29
Muhammed İkbal, insanın bilme yetileri ile evrenden hareketle Mutlak Hakikat’in simgesel olarak
öğrenilebileceğini belirtmektedir. Duyu, gözlem ve düşünce, bize Tanrı’yı dolaylı olarak takdim edebilir. Çünkü
akıl ve duyu, doğası gereği hakikati parçalara bölerek idrak eder, bu da hakiki olan ile kendileri arasına
kaçınılmaz olarak bir perde örer. Bu şekilde gerçekleşen bir idrak “ilme’l-yakin”dir. Oysa dini tecrübe, bize,
Mutlak Hakikat’i aracısız olarak bilmemizi sağlar. Dolayısıyla ona göre, gerek Sonsuz Ben’in (Tanrı) ve gerekse
sonlu ben(ler)in dini tecrübeden hareketle gerçek anlamda bilinmesi, Bergson’cu bir sezgi ile mümkündür ki,
bu da “hakk’al-yakin”dir30.
İkbal, Tanrı’yı, Mutlak Ben, Mutlak Hakikat, Ezelî ve Ebedî Gerçeklik, İlahî Zat, Gerçek ve Ebedî
Nur, Sonsuz Ben, Nihai Varlık vs. olarak adlandırır. İlahi Zat’ın kendini yaşatması ve kendini zat olarak
23 Bu delillerin yapısı, foksiyonları ve eleştirileri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Aydın, Din Felsefesi, s. 14-89; İs-
mail Çetin, İman ve İnkarın Felsefi Temelleri, s. 51-106. Bu deliller hakkında İkbal’in değerlendirmeleri için ayrıca bkz.
Jamila Khatoon, age, s. 45-60; Celal Türer, Muhammed İkbal’de Din Felsefesi, (Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Ens-
titüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Kaysei 1992, s. 47-55
24 Dini Düşünce, s. 96
25 Dini Düşünce, s. 32
26 Dini Düşünce, s. 34
27 Dini Düşünce, s. 84
28 Dini Düşünce, s. 33
29 Cavidname, s. 131
30 Dini Düşünce, s.33-34. Bu konuyla ve İkbal’in bilgi anlayışı ile ilgili olarak geniş bir araştırma için bkz. Khurshid Anwar,
The Epistemology of İqbal, Lahore 1996, s. 37-138
21