Page 65 - Tarih Çevresi Dergisi
P. 65
tarih çevresi
veya şahsî çekişmelere alet edildi. Dekanlar ve Rektörler de öğretim üyelerinin dileklerini not etmek yerine kendi icraat-
larını anlatmak için bu toplantıları kullanmak yolunu seçtiler. Öğretim Üyelerinin deyimiyle kurul toplantıları artık “İcraatın
İçinden” programlarına dönüşmüştü. Birkaç yıl sonra da sağ olsun rektörümüz akademik kurulları tamamen yok saydı.
Osmanlıca I ve Osmanlıca II derslerine Edebiyat Bölümü’nden Merhum Cem Dilçin geliyordu. Cem Dilçin doktorasını
bitirince Edebiyat Bölümü’nde Yardımcı Doçent oldu ve Osmanlıca Okutmanlığı kadrosu böylece boşaldı. Cem Hocamız
ciddi bir insandı. Ancak öğrenci seviyesi oldukça düşüktü. Bazı arkadaşlarımız matbu metinleri bile doğru dürüst okuya-
madığı halde -nasıl becerirlerse becerirler- dersten başarılı olurlardı. O zaman Osmanlıca derslerinden yazılı yapılmaz,
yılsonunda öğrenciler sözlü sınava alınırlardı. İlahiyat mezunu olmama rağmen bu sınavlardan ancak geçecek kadar bir
not alabilmiştim. Ama ikinci sınıfta artık bir şeylerin eksik ve yanlış olduğunu görebiliyordum. Tarih Bölümünde Osmanlıca
dersi verecek hocaların tarihin deyimlerine, terimlerine aşina olmaları gerekiyordu. Bu ders haftada 80 dakika ile çözüle-
meyecek kadar önemli idi. Öğrencinin de muhakkak dersten önce hazırlık yapması gerekliydi. Cem Dilçin ders anlatırken
ben hep kendi kendime bu dersin daha iyi verilebileceğini düşünürdüm.
3. sınıfta derslere daha çok devam etme imkânım vardı. Sayın Musa Çadırcı, Yücel Özkaya ve Özer Ergenç hocaları-
mızdan değişik arşiv belgeleri alıyor ve bunları evde kendi kendime transkribe etmeye çalışıyordum. Zaman zaman ho-
calarımın odalarına giderek kendilerinden yardım da alıyordum. Merhum Cem Dilçin’in bize hiç arşiv metinleri okutma
şansı olmamıştı. Dediğim gibi öğrencilerden bir kısmı matbu metinleri bile okuyamıyorlardı. Bu yüzden el yazısı belgeler
3. Sınıfta seminer derslerinde filan okunabiliyordu.
1979-1983 döneminde Tarih Bölümüne öğrenci Anabilim dalı (Kürsü) esasına göre alınırdı. Ancak Osmanlıca dersleri
ilk iki sene zorunlu ortak ders idi. Eskiçağ öğrencileri bile Osmanlıca derslerinden başarılı olmak zorundaydılar. Ancak
öğrencilerin en yoğun mesleki bilgi kazandıkları dersler her kürsünün kendi seminer dersleri idi. Bu arada Yeniçağ Tarihi
kürsüsü Osmanlıcanın en yoğun, en ciddi olarak okutulduğu kürsü olarak ün kazanmıştı. Merhum Adnan Sadık Erzi ho-
canın haftada 3 saat üst üste okutulan derslerinde hoca bizlere Yavuz’un Şah İsmail’e gönderdiği mektupları okur ve açık-
lardı. Hocanın derslerinde Ar. Gör. ve Yard. Doç. olan hocalarımız çoğu zaman ayakta dersi izlerler ve hocanın istediği
kitap veya sözlükleri anında yetiştirirlerdi. Bu dersler sırasında bu hocaların ciddi sınavdan geçtiklerine dair hikâyeler
birer şehir efsanesi olarak öğrenciler arasında anlatılırdı.
Son sınıfta Merhum Aydın Taneri ile Musa Çadırcı’nın kitap tanıtımı nasıl yapılır tartışması vardı. Bu tartışma dergi
sayfalarından çıkarak zaman zaman sınıflara kadar yansırdı.
Son sınıfta bir seminer dersinde ismini vermeyeceğim bir hocamız Ahmed Cevdet Paşa’nın Tarih-i Cevdet isimli ese-
rinden bir sayfa fotokopi yaptırmış, sınıfta onu okutuyor ve gerekli yerleri açıklıyordu. Ancak sınıfta okuttuğu parçayı
daha önceden kendisi hiç okumamıştı. Sonuçta “Hûrşîd” kelimesi İran padişahı “Cemşid” oldu. “Tavuk” anlamındaki “de-
câce” kelimesini ise sanırım hiç duymamıştı. Halbuki Cevdet Paşa burada “kuluçka makinası”nın ilk tasarımını ortaya
koymaya çalışıyordu: Yumurtanın üzerinde illa ki tavuğun yatması gerekmiyor, güneş ısısı hiç kesilmeden o yumurtaları
ısıtsa o yumurtalardan 22 gün sonra yine civciv çıkacaktır, diyordu. Ancak “hûrşîd” ile “Cemşid” karışınca her şey uçup
gitmişti. Tabii ben artık bu durumda yanlış düzeltmenin ne kadar yanlış olduğunu anlayacak kadar bir eğitim almıştım.
Bu yüzden sınıfta hiçbir olumsuzluk yaşanmadı. Ama bu ibretlik olayın da tarihe geçmesi için burada yazılmasına gerek
duydum. Amacımız hiç kimseye kırmak, üzmek değil. Sürç-i lisân ettikse afv ola.
M.C.- Bir taraftan Osmanlıca eğitimine dair geleneğin temellerini atarken diğer yandan da bu alanın ders kitabını
yani Osmanlıca Dersleri I ve II’yi hazırlıyorsunuz değil mi?
Y.K.- İlk 7 yıl boyunca teksir ustamız Arif Usta’yı her hafta rahatsız ediyorduk. O artık bizim en samimi arkadaşımız
idi. Hiçbir zaman bizi yüksünmedi ve bize seve seve yardımcı oldu. Kendisini saygı ile anıyorum. Bir gün bu çabalarımızı
Reşat Genç hocam fark etti. Bana, “Yılmaz, bu teksirlerini niçin bir kitap haline getirmiyorsun?” diye sordu. Bu noktada
değerli meslektaşım Abdullah Gündoğdu devreye girdi. Beni Ecdad Yayınevi’ne götürerek Ahmed Bey’le tanıştırdı. Ahmed
Bey, para peşinde koşmayan, derviş tabiatlı bir insandı. Kitabın basımını üstlendi. O zaman bilgisayarlar şimdiki ile kı-
yaslanamayacak kadar ilkeldi. Eski yazı dizgi yapabilecek bir-iki yer ancak vardı. Onların da fontları, dizgi teknikleri ol-
dukça geri idi. Yine de ilk dizgiyi yaptırdığımız o makinanın dev görüntüsünü hiç unutamıyorum. Dizgiden sonra her
63