Page 64 - Tarih Çevresi Dergisi
P. 64

tarih çevresi

 Yunanistan’a ve diğer uluslara yetecek kadar palamut tuttuğunu, tek bir ağla çok sayıda gemiyi
dolduracak farklı türdeki balığın avlandığını, hatta Boğaz’ın Nil’in kumlarından daha fazla balık
beslediğini ifade etmiştir (Doğan, 2011: 41). 1555’de İstanbul’u tasvir eden Busbecq ise, boğazın balık
kaynadığını ve Türklerin genellikle temiz saydıkları balıkları tüketmeyi sevdiklerinden bahsederek
balıkçıların çoğunluğunun Rum olduğunu belirtmiştir (Busbecg: 45). Aynı yüzyılın sonunda Baron
Wratislaw da ekseriyetle Rum olan balıkçıların balık pişirme zanaatında da usta olduklarını kaydet-
miştir (Baron Wratislaw’ın Anıları, 1996: 47).

       Raphaela Lewis, “Osmanlı’da Gündelik Yaşam” adlı eserinde, Osmanlı’da balıkçılık hususuna
dair detaylı bilgiler vermiştir. Ona göre, balık yakalamak ve muhafaza etmek önemli bir endüstridir.
Balık yakalama yöntemi ise şöyle cereyan etmektedir: pek çok balıkçı at kılından yapılmış her birinde
iki veya üç yemli kanca, bir ağırlık ve mantar bulunan derin deniz oltalarıyla balık tutmayı tercih
ederdi. Yengeç ıstakoz ve daha küçük balıkları yakalamak için yirmi ya da daha fazla çan şeklinde
hasır sepet kalın bir iple birbirine bağlanır, içine taş konularak batırılır ve yeri, suda yüzen bir çift su
kabağından yapılmış bir şamandıra ile işaretlenirdi. Bazen altı tekneden oluşan ekipler 20’ye 35 metre-
lik bir dikdörtgen şeklinde dizilir, ortadaki alana tabaklanmış sağlam sicimden yapılmış ağlar atılırdı.
Bunlar göçmen balıkların geçiş yollarına yerleştirilir ve böylece çok fazla balık yakalanırdı. Diğer bir
yöntemle, sabit ağlar batırılır ve yüksek gözetleme yerlerine tüneyen gözcüler tarafından izlenirdi. Bir
balık sürüsü gördüklerinde altları düz teknelerde bekleyen balıkçılara işaret edilir, balıkçılar da ale-
lacele ağları toplar, içeri çekerlerdi. Ön tarafında kavisli çıkıntıları bulunan dayanıklı balıkçı tekneler-
inin çoğu balıkları çekmek için yan taraflarına asılı parlak ışıklarla gece balığa çıkar ve balıkçılar
balıkları yakaladıklarında, bir fiyat üzerinde anlaşmaya varıncaya kadar göremedikleri toptancılara
bağırarak pazarlık eder ve kıyıya yanaşıp malı teslim ederlerdi. Sonbaharda başlayan on haftalık se-
zonda, yumurtlamak için Karadeniz’in soğuk sularından gelen kılıçbalığı, turna ve uskumru sürüler
halinde boğazdan geçtikleri sırada bu ışıklı teknelere yakalanırdı (Raphaela Lewis, 2009: 135).

     Raphaela Lewis, balık pazarları ile ilgili olarak, “daima dik çamurlu sokakları ve devrilmiş pis
kokulu çöp sepetleri ile şehrin en pis köşelerinde yer alırdı.” derken, balıklardan istifade etme yöne-
timine dair de; “uskumru gibi daha küçük balıkların bir kısmı ortadan yarılarak güneşte kurutulur,
diğerleri parçalara bölünerek kış için tuzlanır, midye kabukları, ahşap oyma pek çok nesnede küçük
kakma işlerde ve inci elde etmek için günlük kullanılmak üzere ayrılırdı.” (Raphaela Lewis, 2009:
135) demiştir. Avusturya sefiri olarak Türkiye’ye gelmiş ve 1554’den 1562’ye kadar süren sefirliği
sırasındaki bilgi ve müşahedelerini dört uzun mektup halinde üniversiteden arkadaşı olan Nicholas
Michault’a yazmış olan Ogier Ghiselin De Busbecg, “Türkiye’yi Böyle Gördüm” adlı eserinde, İs-
tanbul’da ve diğer bazı yerlerde balıkçılıkla ilgili daha detaylı bilgilere de yer vermiştir. Ona göre
İstanbul, tabiatın özenerek yarattığı bir şehirdir. Karadeniz’den gelip Boğazı geçerek Ege Denizi ve
Akdeniz’e gitmek üzere Marmara’ya dolan balık sürüleri dolayısıyla bol miktarda balık tutulmaktadır.
Bu akın daha sonra ters yönde olmaktadır. Uskumru, kefal, palamut, lüfer ve kılıç balığı çok verim-
lidir. Fakat balıkçıların çoğunluğu Türklerden ziyade Rumlardan oluşmaktadır. Türkler balık yemekle
beraber bu balıkların temiz bildikleri cinsten olması şarttır. Aksi halde katiyen yemezler. Aynı şekilde
kurbağa, salyangoz, kaplumbağa gibi hayvanları da murdar sayarak ağızlarına koymazlar. Rumlarda

                                               64
   59   60   61   62   63   64   65   66   67   68   69