Page 9 - Tarih Çevresi Dergisi
P. 9

tarih çevresi

	 İçindeki kitapları bir yana bırakalım; o taş binaların kendi yaşadıklarıyla ve doğrudan tanıklık
ettikleriyle kim bilir o sessiz duvarlar, bilinçsiz biçimde önünden, yaşamın telaşı içinde koşturup duran
kent insanlarına neler anlatmak istiyorlar? İçinizden şunu düşünüyorsunuz; “Şu taş binaların dili olsa
da konuşsa!” Kim bilir o duvarların arkasında neler var? Nasıl gizemli bir ortam, o duvarların arkasın-
da gizlidir. Hayat denilen şey; biraz da o gizemi algılamakla olanaklı değil mi?…

	 Burada kütüphanenin tarihçesinden söz edecek değilim. Bana İzmir Milli Kütüphane ile ilgili
geçmiş döneme ilişkin tanıklıklarım ve gözlemlerim sorulduğu zaman o günleri anımsayarak mutlu
oldum. Ankara Üniversitesi’nden yirmi yaşında mezun olup, öğretim elemanı olarak Ege Üniversi-
tesi’ne geldiğim zaman henüz 21 yaşındaydım. Yıl 1986. İzmir tanımadığım bir kentti. Kenti İzmir
Milli Kütüphane’den başlayarak tanımaya çalıştım. Yaşama idealist gözlerle bakıyorduk. Yüksek
lisans, doktora yapacaktık. Mesleki yönden ilerleyecek, kitaplar yazacaktık. İzmir Milli Kütüphane
bu amaçları taşıyan bir kişi için, tapınaktan da öte bir anlam taşır; bu doğal bir şey… Yüksek lisans ve
doktora çalışmalarımda, İzmir Milli Kütüphane’nin zengin gazete, dergi ve kitap koleksiyonlarından
yararlanmak bizler için hem çok gerekli hem de çok zevkli bir şeydi. Gerekliliği kolayca anlaşılabilir
bunun. İbrahim ve Hüseyin Beyler; Garra Sarmat hocamız, ilk kurucu rektörümüz Prof. Dr. Ömer
Yiğitbaşı, Kemal ve Nadi Beyler; her derdimizde yanı başımızda güleç yüzüyle görünüveren Ömer
ağabeyimiz; hep çalışkanlığıyla takdir uyandıran Eren Akçiçek hocamız; ve daha nice yüzler, yü-
zler… Kuşkusuz hepsi başlı başına tek tek ele alınması gereken önemli kişilikler. Ben, biraz da benim
yaşamımda çok anlamı olduğuna inandığım pek çok kişiyi tanımış olmanın onurunu taşıyorum. Bu bir
insan yaşamı için büyük bir zenginliktir. Her biri ayrı bir değer; buna kuşku yok. Ancak, çok zor bir
seçimi yapıp, en azından çok daha yakından tanıma olanağı bulduğum iki önemli kimlik, kişilik ve yüz
üzerinde durmak istiyorum.

	 Rahmetli Zeliha Bilgin ve Av. Necdet Öklem…

	 Sabahın erken saatlerinde, Konak Meydanı’nda kütüphanenin açılmasını beklemek için Bahri
Baba Parkı’nda dolaşırken, çok kereler, Varyantın sırtından aşağı doğru kıvrılan uzun ve dik merdiven-
den inerken, sarımtırak paltosunun içinde, beyazlamış saçları, hafif kamburlaşmış beliyle anımsıyo-
rum onu. Elinin altında naylon bir çanta var. Nedense bu hali hiç gözümden gitmiyor. Bembeyaz bir
yüz, beyazlamış saçlar; yeşile çalan ela gözleriyle hep gülümseyen, yetmişine yakın yaşına karşın
gençlerle genç olabilen Zeliha Teyze’mizdi o bizim. Varyantın üst yanında, körfeze bakan eski sokak-
lardan birinde, babadan kalma evlerinde ablası Nafia Teyze ile birlikte otururlardı.

	 Florina’dan annesi, babası; ağabeyi ve ablasıyla birlikte geldiklerinde dokuz on yaşların-
daymış. Yaşamı boyunca ne ablası ne de kendisi evlenmiş; hasta olan babalarına bakmaya adamışlar
kendilerini. Yetmiş beşlik Nafia Teyze ablaydı, yetmişlik Zeliha teyze hala ablasına şımarabilen küçük
kız kardeş... Ya öylesine, ya da bir hastalık sonrasına denk gelecek biçimde bu eve ziyaretlerine gi-
derdim. İki yaşlı kız kardeş, tahta döşemeli küçücük evlerinde, konuklarını ağırlamak için büyük bir
çaba içine girerlerdi. Tarhana çorbalarını içtim; Kemalpaşa’dan, icara verdikleri babadan kalma kiraz
tarlalarından gelen kirazlarından tattım. Sımsıcak, ama son derece sade ve mütevazı duvarlarda iki
yağlı boya tablo ilgimi çekerdi. Bunlardan birisinde diz çökmüş oturan yaşlı bir kişiyle, onun yanında
ayakta duran bir kız çocuğu bulunuyordu.Oturan yaşlı kişi Zeliha Teyze’nin büyük babasıymış. Ayak-
taki de kendisi. Bu tablonun yanına küçük bir siyah beyaz fotoğraf iliştirilmişti. Bu fotoğrafı Zeliha
Teyze büyük Mübadele’den önce Florina’da büyük babasıyla çektirmiş.

                                               8
   4   5   6   7   8   9   10   11   12   13   14